30 Eylül 2015 Çarşamba

Sevgiliyle Bir Akşam Sefası


22.09.2015

Evi satma, yeni ev bulma, taşınma ve yerleşme telaşından uzun zamandır günlüğü güncellemeye zaman bulamıyordum. Son zamanlarda şehir içindeki ufak gezintileri seyir defteri serisi altında veriyordum. Bu akşama ise ayrı bir sayfa ayırmak daha anlamlı olacak.
Latmos Dağı’nın eteklerinde Bafa Gölü kıyısında Selene’mi ararken yaptığım yakarışların ilahi bir cevaba ermesinin mutluluğunu ve Aşiyan’da uyuyan ervahın himmetiyle tanıştığım o kutlu gecenin hikayesini tasvire kelimeler yetmeyecek. Gönlümün Tanrıça’sını bulması ve tanıması faslını kısa kesip ayın hilalden ilk dördüne döndüğü bu geceyi anlatmaya başlasam iyi olacak.
Günlük işleri halledip eve döndükten sonra ablamla kısa bir alışverişe çıkmıştık. Alışveriş sonrasında minibüse binerek aldıklarımızı eve götürürken kendi yükümün fazla olduğunu düşündüm. Ablamın eviyle benim evim arasındaki yokuş biraz gözümde büyüdü. Minibüsten evimin önünde inip arabayı çalıştırdım. Ablamı bıraktıktan sonra Boğaz’da bir gezintinin ve güzel bir yerde çay içmenin keyifli olacağını düşünerek Kanlıca’ya doğru yola çıktım. Kanlıca’ya giderken yol boyunca Ay Tanrıçası Selene’m ile telefonda sohbet ederken yol üzerindeki Göksu, Körfez ve Mihrabad için yazılmış üç şarkıyı Asena’m ile paylaştım.





Şarkıların, İstanbul’un ve Yahya Kemal’in şiirleri hakkında ettiğimiz sohbet, bir önceki gece paylaştığımız Neva Kâr ve İsmail Dede Efendi’nin Ferahfeza Mevlevî Ayin-i Şerif’i üzerine devam etti. Hayattan, gelecekten ve tarihten konuşurken yar ile meclisimiz Hüseyin Baykara bezmine benzemişti. Ancak iki tane eksiğimiz vardı. Yar, dizimin dibinde oturup sakilik yapamıyordu ve soframızda sadece çay vardı. Bu sohbeti yarın akşam rakı ile tekrarlamaya ahd ü peyman edip kitap okumaya başlamaya çalıştık. Ancak sohbetin lezzetinden kitap okumaya başlamamız epeyce zaman aldı. Yanımda küçük çanta olduğu ve o çantaya sığacak kitaplar taşınma esnasında kolilerde kaldığı için telefondan Huzur’u açtım. Mümtaz’ın evinde dostlarını ağırladığı gecenin anlatıldığı bölümde kalmıştım. Ferahfeza Ayin-i Şerif’in Mümtaz’da ve bezmdekiler üzerindeki tesirinin tasvir edildiği sayfalar ve bizim Yar ile yaptığımız sohbetin denk gelmesi güzel bir andı.

" Sofa duanın denizinde çalkalanan büyük bir gemi olmuştu. Herkes tanıdığı sahillere, kendi ömrünün sahillerine, son ışıklarını dağıtan bir güneşi selamlar gibiydi. Mümtaz hiç duymadığı cinsten bir kendinden geçişle bu güneşe ve etrafa bakıyordu. İki adım ötesinde oturan Nuran'ı ebediyen kaybedecekmiş gibi korkuyordu; Neyin rüzgarı o kadar kendilerini geniş mekana dağıtmak üzereydi. Bu bir nevi rüya idi. Ve her rüyayı hazırlayan ilk uykularda olduğu gibi, tesirini şuurun kendisi üzerinde yapmış, benliği dağıtmıştı. Fakat bu dağılış da tam değildi. Eserin kumaşı dalga dalga açıldıkça Mümtaz bu inkıraz dehasının ne olduğunu anladı. Ne Abdülkadir-i Meragi'nin segahkarında, ne Itri'nin naatında, ne de bir akşam Ahmet Bey'in evinde bir tesadüfle kendi ağzından dinlediği Isfahan bestede -yine Itri'nin- bu ayinin içten 
yakalıyan ürpermesi yoktu. Onlar kendi üstlerine toplanmış büyük ruh kudretiyle ve sağlam mimarileri içinde, hiç şaşırmadan Allah'ı veya ideali arayan, veya ruh macerasını nakleden eserlerdi. Adeta dikine uçuyorlardı. Burada ise ameliye iki türlü idi. Ruh ayrılmağa çabaladığı alemini bir türlü bırakmıyordu. Bu şüphe değildi; aşkın eksikliği de değildi. Sadece iki ayrı rüzgarda birden çırpınmaktı. 
  Bir an Mümtaz'a öyle geldi ki, Tevfik Bey'in sesi, Emin Dedenin neyi ile girdiği yarışta bu iki rüzgardan birini tutuyordu. Çünkü onun eski ayin usulüyle okuduğu Ferahfeza, aynı bestekarın kendisine adeta sevme ve ıstırap çekme üslupları aşılayan öbür ferahfezalarından çok ayrıydı. Bu adeta söylendiği evin mimarisini bile yadırgayan bir şeydi. Belki Farisi metin, belki an'anenin kendisi, Tevfik Bey'in o kadar iyi tanıdığı sesini değiştirmiş, ona eski Selçuk camilerindeki çinilerin renklerini, içlerinde yollarını aydınlattıkları dualardan bir şey yanan kandilleri, eski rahlelerin zamanla aşınmış tahtalarını andıran bir tad vermişti. Halbuki neyin sesi ve üslubu eski ve yeni diye hiçbir şey tanımıyor, zamansız zamanın, yani cevher halinde insanın ve kaderin peşinde koşuyordu. Bununla da kalmıyordu. Çünkü zaman zaman neye ve insan sadasına çok derinlerden, adeta toprağın derinliğinden gelen kudumün sesi, o unutma ve unutulma dolu uyanış, -bin uykunun küllerini silkerek, yahut beş on medeniyetin arasından- kendini buluş karışıyordu. Ve bu uyanışlar, kendisini buluşlar hiç de beyhude olmuyordu.. Çünkü kudüm sesinde daima kadim dinlerin büyülü daveti vardı; onun ıttıradı, bu semavi yolculuğa adeta toprağa ait bir oluşun nizamını katıyordu. 
  Birinci selam son bir çırpınışta adeta sakatlanmış bir kanat gibi muallakta kalan bir nağme ile bitti. Nuran Mümtaz'ın gözlerini aradı, birbirlerini tanımıyormuş gibi bakıştılar. Daha şimdiden musıki onları birbiri için -tıpkı rüyalarımızda olduğu gibi- yalnız görenin tanıdığı bir hayal haline getirmişti. Mümtaz, -bu garip!- diye düşündü. "



Huzur’dan iki ekran görüntüsü paylaştıktan sonra yağmurun başlamasıyla Kanlıca’dan kalkarak eve dönmek için yola çıktım.  Arabanın camlarına büyük damlalar halinde vuran yağmur damlaları ve usulca çalan eski musiki bana yol boyunca eşlik ettiler. Gece bitmesin, yol bitmesin dileyerek trafiği engellemeyecek kadar aheste araba kullandım. Boğaz, yağmur ve gönlümde sevgilinin hayaliyle yaptığım dönüş yolculuğunun bana hissettirdiklerini anlatmak yerine tasviri musikiye bırakmak istiyorum. Arabaya binmeden önce Ezginin Günlüğü’nün “Teninle Konuşmak” şarkısında geçen “Yağmurlu günlerde seviş benimle” dizesi gönlüme düştü.

Yol boyunca benim için endişelenen sevgilinin ben evde yapılması gereken işlerle uğraşırken uyuyakalması bu gecenin belki de tek buruk yanıydı. Eve geldikten sonra da sohbete devam etmek isterdim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder